Göç, yalnızca bireylerin yer değiştirmesi değil; ulusların, toplumların ve kentlerin kimliğinin yeniden yazılmasıdır. Kentler ise bu yazının hem mekânı hem de öznesidir. Göç ve kent, yüzyıllardır birbirini etkileyen ve dönüştüren iki temel toplumsal olgudur. Edward Said’in de ifade ettiği gibi, göç “kesintili bir varoluş hâlidir”; göç eden birey, hem ayrıldığı kenti hem de ulaştığı kenti yalnızca fiziksel değil, kültürel, toplumsal, ekonomik ve politik boyutlarıyla da dönüştürür. Bu dönüşüm, çoğu zaman görünmez çatlaklar, kesintiye uğramış hafızalar ve yeniden kurulan aidiyetler aracılığıyla kentlerin ruhuna siner.
Tarih boyunca yaşanan göç hareketleri; kimi zaman kitlesel nüfus yer değiştirmelerine yol açmış, kimi zaman yeni azınlık gruplarını oluşturmuş, kimi zamansa kentlerin kültürel çeşitliliğini zenginleştirmiştir. Ancak farklılıkların karşılaşması her zaman bir uyuma değil, çatışmaya da gebe olmuştur. Bu noktada sorulması gereken şudur: Çatışmaların nedeni göçün kendisi midir, yoksa kentlerin bu göçü karşılayacak sosyal, ekonomik ve politik altyapıyı sunamaması mı? Aslında baş edilmesi güç olan gerilimlerin kaynağı çoğu zaman göç değil, göçü yöneten ya da yönetemeyen sistemlerdir.
Göç, kentleri yalnızca demografik yapılarıyla değil; aynı zamanda kültürel dokularıyla, kamusal alan kullanımlarıyla ve gündelik yaşam pratikleriyle dönüştürmüştür. Öte yandan kentler de göçmenleri şekillendirmiştir. Neoliberal politikalarla küreselleşen kentler; göçmen mahalleleri, banliyöler, dışlanan çevre bölgeler ve merkezileşen sermaye alanları ile hem fiziksel hem de sosyal anlamda parçalanmıştır. Bu mekânsal ayrışma, sosyal eşitsizliklerin görünür hâle geldiği yeni kentsel formlar yaratmıştır.
Bu parçalanma ve eşitsizlik ortamı, yalnızca göçün değil, afetlerin de etkilerini daha derin ve karmaşık hale getirmektedir. Afetler de tıpkı göç gibi kentlerin hem fiziksel hem toplumsal dokusunu derinden etkileyen olgulardır. Doğal afetlerin yanı sıra insan kaynaklı krizler, kentlerde kırılgan grupları çok daha savunmasız hale getirmektedir. Göçmenler, mülteciler ve yerinden edilmiş topluluklar afet anlarında ve sonrasında en çok etkilenen grupların başında gelir. Bu nedenle göç, kent ve afet çalışmaları birbiriyle iç içe geçmiş, ayrılmaz bir araştırma alanı oluşturur. Afet sonrası yeniden yapılanma süreçlerinde göçmenlerin karşılaştığı hak ihlalleri, erişim eşitsizlikleri ve sosyal dışlanma riskleri, şehir planlamasının adalet temelinde yeniden düşünülmesini zorunlu kılar.
Bu sebeple bugün yaşadığımız çağ, yalnızca küresel göç hareketleriyle değil, aynı zamanda belirsizliklerle de tanımlanıyor. Ulrich Beck’in ''Risk Toplumu'' kavramıyla tarif ettiği günümüzde, afetler artık yalnızca doğa kaynaklı değil; iklim krizinden yapay zekânın gündelik hayata etkisine, küresel salgınlardan hızla artan mülteci hareketliliğine kadar çok çeşitli ve öngörülemez biçimlerde karşımıza çıkıyor. Bu çok katmanlı krizlerin içinde göçün aktörleri de, kentler de derin bir dönüşümün eşiğinde.
Peki bu krizler çağında kentler ne olacak? Bu belirsiz risk ortamı, göçü, göçmenleri ve göç alan toplumları nasıl dönüştürecek? Bu sorular belki de mutlak bir yanıt bulamayacak. Ancak sosyal eşitliği gözeten, katılımcı, adil ve kapsayıcı kentler kurma hedefiyle; bu soruların peşinden gitmek, araştırmak, tartışmak ve öneriler üretmek, bugün her zamankinden daha değerli.
Prof. Dr. Ulaş SUNATA