“Diplomat Okulu 5” yine çok değerli isimleri ağırlamaya devam ediyor. Programın ikinci haftasında, değerli konuşmacılarla birlikte; Latin Amerika Siyaseti, Mumbai’de Terör, güncelliğini hala koruyan Amerika’daki bütçe krizleri, Türkiye-Rusya İlişkileri ve Avrupa Birliği ve AB-Türkiye İlişkileri konuşuldu.
İkinci haftanın ilk oturumu; Ankara Üniversitesi Latin Amerika Çalışmaları Araştırma ve Uygulama Merkezi Başkanı Prof. Dr. Mehmet Necati Kutlu ile başladı. Kutlu, öncelikle Latin Amerika kavramının temel niteliğini belirterek sözlerine başladı: “Latin Amerika kavramı toplumsal ya da coğrafi değil; kültürel bir kavramı işaret eder.” Sunumunu 3 bölüme ayırarak yapmayı tercih eden Kutlu, konuyu, tarihsel süreçte bazı önemli olaylar, entegrasyon çalışmaları ve Türkiye ile ilişkiler bazında inceledi. 1492 yılından sonra Latin Amerika’nın keşfinin ve fethinin İspanyollar tarafından tamamlanacağı bir sürecin başlamasıyla beraber, Latin Amerika ülkelerinin bağımsızlık mücadelelerine, Batista’nın askeri diktatörlüğüne karşı Castro ve Che’nin başını çektiği Küba devrimine de vurgu yapıldı. Toplamda 600 milyon insanın yaşadığı çok büyük doğal kaynakların olduğu bir bölge olan Latin Amerika’da uzun 1940’lardan itibaren entegrasyonu sağlamak adına kurulan örgütlerden bahseden Kutlu, son olarak Osmanlı İmparatorluğu döneminden beri süregelen özellikle de 2000’li yıllarda ivme kazanan Latin Amerika-Türkiye İlişkilerine değinerek oturumu sonlandırdı.
Mumbai’de Terör başlıklı ikinci oturumda Ulusal ve Uluslararası güvenlik uzmanı olan Dr. David H. Gray, terörizm kavramına ve gelecek terör saldırılarının önceliğine değindi. Konuşmasına spesifik bir durum örneği ile başlayan Gray, terörün değişen boyutlarına vurgu yaptı: “1947 yılından itibaren Hindistan ve Pakistan birbirleriyle silahlı veya silahsız olarak sürekli bir çatışma ve savaş halinde olmuştur ve Hindulara karşı aldıkları yenilgiler Pakistanlıları konvansiyonel olmayan yollardan savaşmaya itmiştir.” Pakistan’ın Hindistan’ karşı yaptığı en büyük ve kanlı saldırı 2008 yılı Kasım ayında Mumbai şehrinde gerçekleştiğini belirten katılımcı, Pakistanlıların özellikle terör örgütlerine sponsorluk yaptığının altını çizdi. Şehrin terörist grupları tarafından seçilmesinin temel nedenin finans, sinema, ticaret ve ekonominin başkenti olmasının etkili olmasının yanı sıra, Mumbai saldırısının aynı anda farklı noktalarda çok iyi planlanmış olduğu için Hindistan savunma güçlerini saldırılar karşısında çok çaresiz de bıraktığı belirtildi. Gray, Mumbai saldırısının bir şablon oluşturduğuna ve tüm terör saldırılarına karşı ülkelerin savunma güçlerini ve istihbarat servislerini güçlendirdiğine değindikten sonra son Mumbai saldırısının teknik, silah ve işleyiş bakımından da birçok terörist grup için örnek olduğunu belirterek sözlerine son verdi.
Üçüncü oturum Sabancı Üniversitesi Sanat ve Sosyal Bilimler Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ersin Kalaycıoğlu ile başladı. Amerika’nın bütçe krizlerinin temel nedenlerine değinen Kalaycıoğlu, Amerikan siyasi rejiminin işleyişi ile ekonomik yapısı arasındaki bağlantıları vurguladı. Bütçelerin hazırlanış prosedürüne değinildikten sonra en son yaşanan bütçe krizi ele alındı. Bütçe krizleri bağlamında 2000’li yıllara doğru Başkan Barrack Obama’ya muhalif olarak ortaya çıkan Tea Party’nin rolüne değinildikten sonra bütçe harcamaları konusunda Demokrat ve Liberallerin arasında çıkan fikir ayrışmazlığı açıklandı. Kalaycıoğlu son olarak, ABD Anayasası tarafından savunulan düşüncede siyasi liderlerin birbiri ile uyum içinde olmasının değil çatışma içinde olmasının savunulduğunu çünkü uyum içinde olduklarında demokrasinin ve özgürlüğün yok olduğu savunduklarını vurguladı. Tüm bunların sonuncunda varılan nokta, temelde çıkan tüm iktisadi krizlerin ABD Anayası’ndan kaynaklandığı oldu.
Türkiye – Rusya İlişkilerinin ele alındığı dördüncü oturumda Emekli Büyükelçi Murat Bilhan bizleri bu konu hakkında bilgilendirdi. Sadece günümüz Türk-Rus ilişkilerine bakarak anlatacağını belirten Murat Bilgehan geçtiğimiz hafta Moskova’ya yaptığı ziyaret ve toplantıya değindi. “Türk Rus ilişkileri en iyi durumunda değil ama kavram olarak tanımlarsak, derin bir rekabet, bu rekabeti olumsuz olarak sölüyorum, içinde derin bir işbirliği şeklinde açıkladı. Şu anki Türk Rus ilişkilerini, güvensizliğe dönüşen bir güven ortamı olarak anlatan Bilhan, hem birleşen hem ayrışan çıkarlar olduğundan bahsetti. Özellikle de “Ayrışan çıkarların neden ayrıştığını iyi takip etmek gerekiyor” dedi. Türkiye Rusya ilişkilerindeki derin rekabetin düşmanlık olarak değil, çok derin ve hızla büyüyen bir işbirliği olarak algılanması gerektiği belirtilirken Türkiye Rusya ilişkilerinin güvensizliğe dayanması ve yapılan her hareketin bir tedit unsuruymuş gibi algılanması durumuna değinildi. Türkiye’nin doğalgaz enerjisinin %60’ını Rusya’dan aldığına değinen Bilhan, Rusya ve Tükiye arasında karşılıklı bir bağımlılığın mevcut olduğunu ancak Rusya bu bağımlılığın tek taraflıymış gibi davrandığını belirterek: “Doğalgazla Rusya, Türkiye üzerinde bir etkinlik sağlıyor demek istiyorlar.” dedi. Bu bağımlılığın sadece kaynaklara bağlı olmadığını belirterek Montrö Boğazlar Sözleşmesi’ne dayanarak Rusya’nın da boğazlar konusunda Türkiye’ye bir bağımlılığı olduğunu belirtti.
“Avrupa Nereye Gidiyor, Türkiye ve Avrupa Birliği İlişkilerinin Geleceği Ne Olabilir?” başlıklı son oturumda ise Emekli Büyükelçi Uluç Özülker bizlerleydi. AB ve AB-Türkiye ilişkilerinin değerlendirildiği oturumda, öncelikli AB’nin ekonomik bir amaçla kurulsa da daha çok siyasi bir yapılanma olduğu belirtildi. Avrupa çapında bir barış, uzlaşma, dayanışma kültürünün ve uluslararası hukuk temellerinin oluşturulmasının bir başarı olduğuna vurgu yapıldı. Buna ek olarak AB’nin başarısız olarak değerlendirildiği yönleri de değerlendiren Özülker, AB’nin 28 üyenin oybirliği ile çalışan mekanizmasının işlemleri yavaşlattığını ve bu yavaşlamanın çözülmesinin oybirliği usulünün kaldırılmasıyla giderilebileceğini söyledi. AB’nin Türkiye’ye yönelik politikası “İmtiyazlı Ortaklık” düşüncesine göre şekillendiği belirtildikten sonra, Türkiye’nin potansiyelinin de mevcut ekonomisinin de AB’nin birçok ülkesinden fazla olduğunu nitekim Fransa ve bir kaç üye devletin de Türkiye’nin üyeliğine pek olumlu bakmadığının altı çizildi. 1997 yılında AB’den dışlanan Türkiye’nin baskılar sonucu 1999 Helsinki Zirvesi ile yeniden üyelik yolunda muhatap alındığı ve 2004 yılında müzakerelerin başlangıcına giden yolun bu yıl başladığı görüşünü belirten Özülker, aslında AB’nin Türkiye ile ilişkilerinin yavaş ilerlemesinde Avrupa’da yaşayan Türk vatandaşlarının çizdiği kötü profilin ve AB ile ilişkilerin hızlandığı zamanlarda Türkiye’de görülen demokratik teamül ve ilkelere aykırı uygulamaların etkili olduğunu da sözlerine eklemiştir ve bu durumun Türkiye’nin ekonomik ve siyasi potansiyeli ile aşılacağını ve yapısal reformların da bu sürece destek olacağını belirterek konuşmasını tamamladı.