Bahçeşehir Üniversitesi Hükümet ve Liderlik Okulu tarafından düzenlenen Siyaset Okulu 9 Programının 6. Haftası “Dış Politika ve 21. Yüzyıl’da Çok Uluslu Kuruluşlar ” başlıklı konuşmasıyla Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkan Yardımcısı,T.C. Ankara Milletvekili Tuğrul TÜRKEŞ; “Dünden Bugüne Türk Siyaseti” başlıklı konuşmasıyla T.C. Eski Milletvekili İsmail AMASYALI; “Dünden Bugüne Türkiye’de Demokratikleşme Çabaları” başlıklı konuşmasıyla AK Parti Genel Başkan Yardımcısı,T.C .Gaziantep Milletvekili, T.C. Kültür ve Milli Eğitim Eski Bakanı Doç. Dr. Hüseyin ÇELİK; “Türkiye’de İç ve Dış Politikanın Etkileşimi” başlıklı konuşmasıyla Bahçeşehir Üniversitesi Öğretim Üyesi, Zaman Gazetesi Köşe Yazarı Dr.Şahin ALPAY ve “Nasıl bir Türkiye?” başlıklı konuşmasıyla Demokrat Parti Genel Başkanı Gültekin UYSAL’ı ağırladı.
Konuşmacılardan satır başları:
TUĞRUL TÜRKEŞ
"Güncel konular her zaman hayatımızın içindedir. Ancak siyasette görünmeyen masa altı olan bir takım şeyler vardır. Dış politika bağlamında bunlardan biri çok uluslu kuruluşlardır. BM , AB ,NATO bunlardan en bilinen ve en önemli olanlarıdır. Çok uluslu kuruluşlar 18.yy’da ortaya çıkmıştır. 1.Dünya Savaşı’ndan sonra ilk olarak BM kurulmuştur. BM’nin kuruluş amacı daha öncesinde savaşla çözülen milletler arası soruları savaş yerine uzlaşma yoluyla çözümlendirmektir. Son 50 yıla yakın çağ yerine uzay çağı ve atom çağı denilmekte idi. Ancak insanlığın tümüne hitap etmediği için kabul edilmedi. 21.yy bilgi çağı oldu ve çok uluslu kuruluşlar yeniden tanımlanmaya başlandı. Bu çok uluslu kuruluşların en önemlilerinden bahsedecek olursak BM ve beraberinde BM’nin güvenlik kuruluşu ülkeler üzerinde karar almada önem arz eder. Örneğin ; Etiyopya ve Eritre’nin ayrılmasında Sudan’ın ikiye bölünmesinde BM’nin izi vardır.Kıbrıs’ta da benzer bir süreç yaşanmaktadır ve BM aynı politikalarını Kıbrıs üzerinde uygulamaya çalışmaktadır. BM, Kıbrıs’ta iki ayrı ülke ve iki ayrı milletin varlığını inkar etmektedir. Avrupa Birliği ise Batı’nın gelişmişliğinin ve refahının bir simgesi niteliğindedir. 1960’larda Türkiye AB üyeliğine başvurmuştur. Bu süreçteki kriterler günümüzdeki kriterlerle aynı olmasına rağmen AB’ye adaylık sağlanamamaktadır. Peki ne değişti? AB’nin gösterdiği sebep vardır: Türklerin kalabalık ve genç nüfusa sahip olması ve güçlü bir Müslüman devlet olması. NATO , 2.Dünya Savaşı sonrasında iki kutuplu dünyanın , Rusya ve ABD çatışmasının bir ürünüdür. Türkiye, Atatürk’ün kurduğu güçlü Cumhuriyet sayesinde 2. Dünya Savaşı’na girmeyip bu süreçte NATO’ya iki elle sarılmıştır ve tüm dünyada sosyalizm rüzgarı eserken bağımsız , laik ve demokrat Cumhuriyetin varlığını sürdürmesi için NATO’yu bir kurtuluş olarak görmüştür. Günümüzde sıkça dile getirilen Ermeni Soykırımı iddiaları Türkiye’nin NATO’ya üyeliğini bir bedelidir. Literatüre 1945’te girmiş olan soykırım kavramı 1915’te Osmanlı’nın yaptığı bir davranış olarak iddia edilmektedir. Sözde Ermeni Soykırımı Rusya’nın, Türkiye’nin ABD’ye yakınlaşması sonucunda uyguladığı bir çökertme politikasıdır."
İSMAİL AMASYALI
"Siyaset kurumların manipülasyonunda olmuştur ve siyasetçilerin hata payı çok yüksektir. 80 darbesini yapanlar ikinci adama güvenmişlerdir ondan icazet almışlardır. O dönemde askeri darbenin olacağı en iyi siyasi liderler tarafından biliniyordu eğer o dönemde erken seçime gidilseydi halkın iradesiyle yapılacak bir seçimin sonuçları daha farklı olabilirdi. 28 Şubat'ın etkileri bin yıl devam eder diyen komutan haklıydı. 28 Şubat'ta devleti teslim almak istemişlerdir. Talat Aydemir gibi ihtilale teşebbüs edenler affedilirse durum bugünkü gibi olur. Sonrasında Aydemir fiili teşebbüs etmiş ve idam edilmiştir. Siyaset sahnesinde tecrübeli devlet adamlarından kaç kişi var? "Arkama bakmam giderim" diyenler hep siyasetin içinde olmuş ve manipüle etmişlerdir. Türkiye’nin ciddi güvenlik sorunları var. Herkes kendine göre değerlendirmeler yapıyor.Terör olaylarıyla ilgili talimatı veren, lojistiği sağlayan yemeği veren kim bunlara bakmak lazım. Muhatap olarak 13-14 yıldır içerde olan alınıyor ama muhatap farklı yerlerde. Bunlara içerden ve dışarıdan inanılmaz destek verenleriyse alkışlıyoruz. Konuştuğum bir Amerikalı Generale "Meclise bizde olduğu kadar sizde de müdahale var mı?" diye sorduğumda bana ABD başkanlarının hep asker kökenli olduğunu söyleyip Pentagon’un parlamento binasıyla karşı karşıya olduğu üzerine latifede bulundu. Amerika’da kanunlar bürokrasi tarafından çıkarılıyor, bizde neye el kaldırıldığını bilmeden kanunlar geçiyor. Meclise giren kanunlardan haberi olmayan milletvekilleri var. Varsa yoksa milletvekili dokunulmazlığı, bir tane memuru amirine sormadan yargılayamazsın. Türkiye’de genel bir dokunulmazlık var."
HÜSEYİN ÇELİK
"Türkiye Cumhuriyeti , ilk başta bürokratik bir cumhuriyetti, demokratik bir cumhuriyet değil. Bu 1950’lerde çok partili zamana kadar devam etmiştir. ‘Bir ülkede yönetim şekli olarak cumhuriyet ve monarşi vardır. Cumhuriyet, bir hanedan sınıfı olmadan seçimle cumhurbaşkanı, başbakan ya da meclisteki milletvekillerinin seçildiği sistemdir. Monarşi ise kral, sultan, şah gibi monarkların devleti yönettiği ve devletin hanedanın malı olarak sayıldığı yönetim şeklidir. Tek partili dönemde, meclis vardı fakat asker ya da yargı belirleyiciydi. 1950’lerde; söz milletindir sloganıyla Demokratik Parti oluşturuldu . 1960 darbesinden sonra, 1961'de dayatma ile anayasa Milli Birlik Komitesi tarafından değiştiriliyor. Ve yapılan seçimde parlamentonun toplanması için; 27 Mayıs aleyhinde konuşulmayacak, yasaklı DP yasaklı olarak gösterilmeyecek, Cemal Gürsel cumhurbaşkanı olacak, İsmet İnönü başbakan olacak maddeleri öne sürüldü. Cumhurbaşkanı ya da başbakanın ordudan olmalıydı. Cumhuriyetten önce ötekileştirilmeyen halk, 1925 Takrir-i Sükun kanunu ile ötekileştirilmeye başlanmıştır. Mahmut Esad Bozkurt; "Bu milletin efendisi öz Türklerdir" demiştir ve bundan sonra, ırkçı temel üzerine gidilmiştir. Cumhuriyet’in ilk yıllarında ötekileştirilen 5 sınıf vardır; Köylüler (1946 yılına kadar Ankara Kızılay bölgesine alınmadılar ) , Gayrimüslimler (Varlık vergisi alındı ), Kürtler , Dindarlar, Aleviler. Fakat ülkenin büyük çoğunluğunu köylüler oluşturduklarından ve oyları kıymetli olacağından, köylüler sonradan ötekileştirilmekten çıkarıldılar.
Gündüz ortasında gözünü kapatan kendisine gece yapar. Biz alevileri ve kürtleri görmezden gelemeyiz. Kürt yok , Kürtçe yok demişiz. Kürtçe diğer dillerin harmanından oluşmakta demişiz. Türkçe de öyle değil mi? Duru Türkçeye evet, kuru Türkçeye sonuna kadar hayır. Kürt halkını toptan yok sayamayız ! Barış için yaşamak için birbirimize dönüşmemize gerek yok. Demokratik toplum orkestral bir ortam demektir. Devlet orkestra şefidir. Devlet iyi yönetir ve denge sağlarsa , sesler ahenkle çıkar. Dünyadaki her insan birbirinden farklıdır, tek yumurta ikizlerinin bile birbirlerinden farklı yüzlerce özelliği bulunur. Bireysel farklılıklar sorun değilken, toplumsal farklılıklar neden kavga sebebi olsun? Bu Kürt meselesi, Doğu ve Güneydoğu’da olan meseleler, PKK terörünün can yakıcı tarafı maalesef en büyük problem olarak önümüzde duruyor. PKK terör örgütü size saldırmaya geliyor. Dünyanın hiçbir yerinde size silahla saldıran bir teröriste siz çiçek buketleri ile karşılık veremezsiniz. Silaha karşı silahla mücadele etmekten başka çare yoktur. Ama yeryüzünde sadece polisiye ve askeri tedbirlerle terörü ortadan kaldıran bir ülke de mevcut değildir. Bizim siyasetçilerimiz işin kolayını bulmuştu. İşi polise, askere ve korucuya havale etmiştik. Siyasi akıl yani devlet aklı başka bir şey düşünemiyordu. Yeryüzünde iki temel güçten bahsedilir. Kaba güç ve yumuşak güç. Gövdeniz, pazınız, silahınız bu kaba güçtür. Ama akıl gücü dediğimiz bir güç vardır ki o bütün güçlerden daha üstündür. Biz akıl gücünü maalesef devreye sokmuyoruz. Bir kere bölgede ekonomik çaresizlik var. En tehlikeli insan; kaybedecek şeyi olmayan insandır. Neticede bir insan farkı zaruret içinde sefilse, her gün ölüyorsa zaten o diyor ki 'ben zaten yaşamıyorum ki’ bu çok tehlikeli bir taraf. Irkçılık , insanları hayvanlık derecesine indirir. Bize cumhuriyeti demokrasi olarak anlattılar, fakat bunlar aynı şeyler değil. Hala gerçek bir demokratik devlet değiliz . AK Parti’nin 2023 hedefi tam demokrasi oluşturabilmektir.
ŞAHİN ALPAY
"Globalleşmenin büyük önem kazanması ile ülkelerdeki iç dış politika ayrımı giderek daha az önemli hale geliyor. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş dönemi 4 dönemde inceleniyor. İlk Dönem: 1919- 1923 Laik Türk Milliyetçiliği ve Kurtuluş Savaşının kazanılması ve Cumhuriyetin kurulması dönemidir. Bu politikaları şekillendiren Türkiye’nin Sevr Antlaşması ile parçalanmaya direnmesi ve Mustafa Kemal’in birleştirebileceği tüm güçleri birleştirmesi, bu büyük birleştirici dönem sonrası düşmanları azaltmak ve izole etmek anlayışı yatmaktadır. İkinci Dönem: 1923-1946 yılları arası Tek Parti Dönemidir. Bu dönemde Mustafa Kemal modernleşme projesini ortaya koyuyor. Modernleşme projesi Türk milletini inşa etme politikası haline dönüşüyor. Modern bir toplum laiklik ile gerçekleşir görüşü hakim ve dinin modernleşmeye engel olduğu düşünülüyor. Türkiye aynı dili konuşarak değişik etnik kökenlerden gelen ortak Müslümanlık ile Türk milleti inşa etme projesine uygun görülüyor. O günün şartları ile Türkiye’yi yönetenler bu modernleşmenin daha uygun olacağını başka türlü modernleşme olamayacağını düşünüyor. Lozan görüşmeleri başladığında dil üzerine bir münazara yapılması düşünülüyor fakat; din dilin önüne geçiyor müzakereler sonucunda. 2. Dünya savaşından sonra dünya ; ABD ve Sovyetler Birliği olarak 2 kutuplu bir dünya haline geliyor bunun sonucunda bu iki kutup arasında soğuk savaş meydana geliyor. Üçüncü Dönem : 1950-1980 yılları arasında Çok partili sisteme geçilmiştir. Türkiye’yi yönetenler için çok partili sisteme geçiş 2 açından önemlidir. Batılılaşmak için demokratikleşmek, ülke içinde de savaş yorgunluğu ve milletin bu sistemi istemesidir. 1961 Anayasası ile siyasi ve örgütlenme özgürlüğü getirilmiştir. Bu dönemde dış politikada batı ittifatına bağlanmak için Türkiye, Avrupa konseyine giriyor. O dönemlerdi. Türkiye’nin Avrupalılığı konusunda en ufak bir şüphe yoktu. Türkiye; NATO, Avrupa Ekonomi topluluğu gibi kuruluşlara rahatça girmişti. Dördüncü Dönem: 1991’de başlıyor. 1990-1991 yılları arası 1. Körfez Savaşı ile Kuveyt’in işgali ve sonrasında Kürtlerin İran’a ve Türkiye’ye sığınması, Irak Kürtlerinin dünya sahnesine çıkması Türkiye için çok önemli bir gelişmedir. Türkiye batılı dostları tarafından darbe veya özgürlüklerin sınırlı olması açısından hiç eleştirilmezken Kürt meselesi için çok fazla eleştiriye maruz kalmıştır. İlk defa “Türkiye Avrupalı mı?” sorusu gündeme gelmiştir. Aydınların 1990’lardan itibaren 12 Eylül rejiminin getirdiği ağır vesayet toplum dizginlenmesine karşı seslerini çıkarmalarına özgürlük ve haklı demokrasi istemelerine sebep olmuştur. Kıbrıs sorunu Türkiye’nin Avrupa Birliği süreci önündeki en önemli problemidir. Türkiye’nin önüne engeller çıkarılması reform hevesinin kırılmasına ve Avrupa Birliği sürecinin sıkıntılı döneme girmesine sebep olmuştur. 2011 Arap devrimleri Türkiye açısından Soğuk Savaş dönemi nasıl önemli ise Arap Devrimleri de o kadar önemlidir."
GÜLTEKİN UYSAL
"Bugünün Türkiye’sini nasıl anlıyoruz, nasıl anlamlandırıyoruz?Bin yıldır önemli ve sancılı bir coğrafyanın ortasındayız, son dönem gelişen hadiseler ve siyasi olayların etkisinde yeni bir Cumhuriyet olarak varlığımızı sürdürmeye çalışıyoruz. Gelişen şartları ve zaman kavramını iyi algılamamız gerekir ve ülkemizi buna göre sıfatlandırmamız gerekir. Bulunduğumuz coğrafyanın dezavantajlarından muzdarip ama avantajlarından yeteri kadar faydalanamıyoruz, bu coğrafya kaderimiz ama fırsatlara dönüştürebiliriz. Potansiyelimizi açığa çıkartacak yeni bir akımın etkisinde yeni bir siyaset belirlememiz gerekli. Coğrafya ve tarihin bir yandan kader öbür yandan fırsat olarak sunduğu bu potansiyeli kullanabilecek miyiz? 17. büyük ekonomiye sahip olmamıza rağmen rekabet potansiyeli bakımından 59. sıradayız. Sahip olduğumuz imkanlarla yarınımızı inşa edebilmek için var olan imkanları artı değere dönüştürmek durumundayız, bunu yapabiliyor muyuz önemli olan budur. Kendi beşeri sermayemizi tabii kaynakların önüne geçirmek bu nüfusu dişlinin çarkları haline getirmekle alakalıdır. Çok büyük sıçrama hamlelerini kıt kaynaklarla yapan Türkiye’nin önünde hala çok büyük mesafeler var. Tarih milletler yarışından ibaret ve bu yarışta almamız gereken önlemler var. Dış ticarette %2-3 arasında gidip gelen bir portre var, hedefler ne ölçüde gerçekleştirilecek bu bir bilinmezdir. İsminde milli sıfatı bulunan eğitim politikamızın ne yazık ki istikrarlı olmadığını, tasavvurun içini dolduracak bir yapılanmanın bulunmuyor ve gelişmekte olan ülkelerle mukayese edildiğinde iyi noktada değiliz. Doğrudan yabancı sermayeyi %4-6 oranına çekerken toplamda ancak %1lik kaynağı ülkemize çekebilmekteyiz. 2008 yılının verileri itibariyle bu yaklaşık olarak 22 milyar dolara tekabül etmektedir ve bu sayının bu yıl itibariyle 15 milyar dolar olmasının bekleniyor. Bu da göstermektedir ki Türkiye sağlıklı bir iktisadi büyüme politikasına sahip değildir. Modernleşme paradigmasıyla birlikte geliştirdiğimiz iyi ilişkilerin dört eksen politikası içinde etkili olduğunu belirtmek gerekir. Arap baharı- Suriye meselesinden bakarsanız politikamızın Suriye’yi bölen bir politikaya dönüştüğünü görüyoruz ve bu politika Barzani’yi bölgede baş aktör yapmıştır. Kurucu ve merkez ülke iddiasında bulunduğu Ortadoğu’da bile Dışişleri Bakanlığı’nın kurumsal yapısının yeterli olmadığını görüyoruz. Son 10 yılda grinin daraltılarak siyah ve beyaz arasına sıkıştığımız ve demokrasimizin en önemli eksiği çözüm üretmekteki yetersiz profilimiz."